Nice yıllar geçmiştir, toprağa atılan tohumun gözlerini açıp kainata meyve vermek için yaşamla tanışmasının üzerinden… Bir kuş bir pencereye konmuş, ona donuk gözlerle bakan insanı farketmeden, sıradanlığın keyfini çıkarırcasına kaybolmuş ve geride birşey bırakmamıştır.
Bir çocuğun, topunun patlamasına üzgün olduğu kadar kendini üzgün bulan için, yalnızlık acaba ne kadar ufka yakın olabilmiştir, güneş gibi tepesindeyken… Olmamıştır herhalde…
Bir inat üzerine, gidile gidile bitmesi istenmeyen bir yola beraberce çıkarken, önünü görmek istememek ne kadar güzel bir duyguymuş meğerse.
Geçen günlerin ancak evrelerini değiştirebildiği ay gibi, her gece varolmak.. Bazı geceler, güneşlere mukabil, tam da ihtiyaç varken, dolunay olup parlayan varlığını izlemek vardı, var. Şimdi sadece başka meridyenlerin zamanında dolunay ufkunu yaşıyoruz. Denizlerde sular hep köpürüyor, “estetik olsun” diye. Tıpkı dalgaların sadece şaka yapmak için vapurları sallaması gibi…
Biz bir denizin aynı karşı tarafına bakıyoruz…
Sokakların kaldırımlarında, ayakkabılarımızın tozlanmasına beraber izin verdiğimizde de;
yağmur yağarken üzerimize cüsselerimiz oranında değilde ille de kardeş payı olacak şekilde yağmur damlaları düşsün diye yağmur damlalarını saydığımızda da;
rus ruleti oynanması gerektiğinde, sıranın daha çabuk kendimize gelmesi için birbirimize hile yaptığımızda da, gönüllerimizi birleştirip, toprak yapıp, kainata meyve verecek ağacı yetiştirmek için bilinçsiz bir çaba gösterdiğimizi bilmiyorduk…
[Nisan 2002]