Bu röportajı, o dönemler Türkiye’nin belki de ilk internet dergilerinden biri olan “Bilge Dergi”de yayımlamak üzere, üniversiteden iki arkadaşım ile birlikte Ekim 2001’de yapmıştık. Röportajda verilen cevapların bazılarında yapılan atıfları anlamak için 2001 Türkiye’sini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sorular da cevaplar da o günkü gündem ve şartlar çerçevesinde şekillenmişti. Örneğin 90’ların son döneminde şiir albümleri çok ilgi görmeye başlamıştı. 1998’te Yılmaz Erdoğan’ın “Kayıp Kentin Yakışıklısı”, İbrahim Sadri’nin “Adam Gibi” ve 1999’da ise Bedirhan Gökçe’nin “Üçüncü Sayfa Şiirleri” albümleri özellikle gençler arasında inanılmaz ilgi görmüştü. Sonrasında da bir çok kişi şiir albümleri yaptılar. Gene aynı dönemlerde, ülkede ekonomik krizler üst üste gelmiş; 2001 yılında ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında “anayasa kitapçığı” krizi yaşanmıştı. Zaten o yıllara kadar kötü giden ekonomi, çok büyük darbe almış ve insanlar bu ekonomik krizlerle boğuşuyorlardı. Ülkede bir sürü konuda -maalesef- olumsuz hadiseler yaşanmış ve yaşanıyordu ama hepsini saymaya sanırım gerek yok. Anlatmaya çalıştığım şey, röportajın bugünkü anlayış ve günümüz bakış açısı ile değil, 2001 yılında yapılmış bir röportaj gibi okunması gerektiğidir.
Röportajı, bir akşam, davet edildiğimiz Radyo Tatlıses’e giderek yaptık. Bedirhan Gökçe, Radyo Tatlıses’te bir gece programı yapıyordu. Hatta röportajdan sonra okulun yurduna gelip, radyoda programını dinlemiş ve bizden bahsetmesine çok sevinmiştim. Röportaj öncesi, bize fazladan vakit ayırıp, radyonun yanıbaşındaki restoranda bizi ağırlayıp muhabbet etmesi ve orada anlattıkları da çok güzel idi. İstanbul’a ilk geldiği zaman şaşırdığı durumları ve yaşadığı bazı ilginç olayları anlatmıştı. Neler anlattığını hatırlıyorum ama onları kendisinden izin almadan yazmak doğru olmaz herhalde.
Röportaj, Bilge Dergi’nin Kasım 2001 sayısında internette yayınlandı. Sonraları dergi devam edemeyip, yayın hayatını sonlandırdı. Bir süre derginin sitesinde bu röportaj kalmaya devam etti ama dergi sitesinin de kapanması ile röportaj da kaybolmuş oldu. Yakın zamanda, uzun süredir yanımda olmayan dijital arşivim bana ulaşınca, orada bu röportajı gördüm ve bu röportajın da hiç yaşanmamış gibi ortadan yok olmasına gönlüm razı olmadı. Ve bu sefer burada tekrardan yayınlamaya karar verdim. Umarım Bedirhan Gökçe sevenlerine bir katkım olmuş olur.
Ekim 2001, Radyo Tatlıses, İstanbul
Bildiğimiz kadarıyla hayatınızda Ankara’nın önemli bir yeri var. Bu Ankara sevgisinin kaynağını öğrenebilir miyim?
Herşeyden önce doğduğum büyüdüğüm yer. Herşeyiyle bin hatıranın bulunduğu, parasız günlerinin geçtiği yer… Bunlar çok önemli şeylerdir hani. Yokluğun içerisinde paylaşılan mutluluklar, insanın özel tarihinde çok önemli izler bırakır. Çok ilginçtir; Kızılay’a inmek ve Kızılay’da bir döner yemek çok büyük bir lükstü. Kurban bayramında topladığımız para ile gider döner yerdik. Kurban bayramı zaten, evde et var. Ama yok, o bir özlem, o bir hasret yani. Onu gidip orda, işte, Kızılay’da Sakarya Caddesi’nde yemen, yaşaman lazım…
Çocukluğun orda geçmiş. En deli çağların orda geçmiş. Sevdaların orada geçmiş, bu çok önemlidir. Her köşesinde ayrı bir kız silueti belirir. Bir de ben böyle çok mekancı bir tipimdir. Yani mesela, ben bir kızla bir yerde gezmişsem öbür kızla hayatta o yerde gezmem. Şeş-kaza karşılaşırlar diye veya karşılaşırız diye. Ama hep böyle hakikaten seviyeli, düzeyli, düzgün sevdalarım olmuştur. Ama Ankara sevdalarla beraber bir bütündür. Benim Ankara’yı anlatan, kitabımdaki şiirimde de öyle derim. Herkesten gizli yaşamak istediğimiz aşk için Gölbaşı’na giderdik ama mutlaka da birine yakalanırdık. Çünkü o da kaçmış, gelmiştir oraya.
Herşeyden de öte tut, annem orada. Annem benim için çok önemlidir. Babam orada. Yine bir şiirimde öyle söylerim: “..sen benim ömrümün meçhul sonrası..“, o şiirin içerisinde geçer, “.. gözü yaşlı anam mısın?” diye seslenirim Ankara’ya.
Herşeyim… Herşeyim… 30 senen orada geçmiş. En küçüklüğünden, en deli çağından en durgun çağına kadar hepsi orada geçmiş ve debdebeli bir şehrin ortasına düşmüşsün. Çok düzgün bir şehrin ortasından çok debdebeli bir şehre gelmişsin. İnsani ilişkilerin üst düzeyde olduğu bir yerden, insani ilişkilerin olmadığı bir yere gelmişsin. İnsan bir yerde bir şeyi görmediği zaman çok büyük hasret duyar. Köyden gelmiştir, “neyini özledin köyün?” dersin, “buz gibi akan suyunu” der. “Efendim, başka neyini özledin köyün?” dersin, “yeşilliğini” der. Burada da vardır ama oradaki kadar güzel değildir.
Çok ilginçtir, ben kadınların küfredebildiğini İstanbul’da gördüm. Veya erkeklerin küfürlü bir ortamında kadınların çok rahat oturabildiğini de İstanbul’da gördüm. Şimdi, bu düzeysizlikler içerisinde, yaşadığın bir düzeyin ikametgahı olan Ankara’yı özlememen ve özlem duymaman mümkün değil. Sonra senin sevgin karşılıksız da kalmamış. Sen Ankara’yı sevmişsin ama Ankara da sana olan sevgisini herşeyi ile göstermiş. En kritik durumlarda, en krizli dönemlerde insanların, hakikaten, ekmek parasını bulmakta güçlük çekildiği ortamlarda, sen şiir dinletileri yapmışsın; öğrencisiyle, işçisiyle, memuruyla parasını bastırmış ve gelmiş senin programına. Hani karşılıklı olduğu zaman da iyice bir farklı oluyor. Ve bu sefer kendini sen borçlu hissediyorsun oraya doğru. Onun için benim hep sinemde yad-ı cemildir Ankara…
Her şairi ya da “şiir insanı”nı şiire iten, gönlünün bir yerlerinde gizli tuttuğu bir nedeni vardır. Sizin için şiirin gönlünüzde yatış nedeni nedir?
Şimdi bu, herkesin gönlünde vardır da bazılarında biraz daha üste çıkar. Kimsede yok değildir. Onun için de ben hep bir ironiyle derim ki: Türkiye’de dört kişiden beşi şiir yazar, Türkiye’de dört kişiden beşi şairdir. İşin bu abartısına kaçmadan söylenecek olursa: Türkiye’deki insanların %98 i şiir yazar, %2 si de şairdir. Öyle ya da böyle şiirin bir köşesinden geçmiştir. Bir şekilde bir gün bir yeri takılmıştır.
Gönlünden sevda geçen insan da mutlak şiirden geçer. Ötesi yoktur. İnsanların -metafizik denen bir bilim var- duygu ötesi manevi bir dünyası var. Burçlar çıkmış ortaya. Şimdi benim burcum –ki ben bunu seneler sonra öğrendim- balık burcuymuş. Ben hep koç diye biliyordum. Ama hakikaten okuyorum da, balık burcundaki bütün duygusal özelliklerin hepsi mevcut bende. Duygusal olduğun zaman bu biraz daha hat safhaya çıkar. Yahya Kemal’in öyle bir benzetmesi vardır. Der ki: Bu bir denizdir, herkesin gözünün önünden akar da birileri denizdeki dalgaları, kıvrımları görür. İşte benim ki de biraz daha böyle duygusallığımdan. Onun ötesinde bu neyle açıklanabilir ki? Herkes sevdasını yaşar da bazısı çok acı yaşar, bazısı yüzeysel yaşar, bazısı da yaşamakla yaşamamak arasında bir alışveriş olarak görür. Ama şiir herkesin yüreğinde vardır. Bende belki biraz daha yoğundur belki ama herkesin yüreğinde vardır.
Mehmet Akif Ersoy:
“Şiir için gözyaşı derler, onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün asarım..” diyerek şiiri kendi gözyaşları olarak tanımlıyor.
Öte yandan, Necip Fazıl Kısakürek ise:
“Şiir hakikati aramaktır.” diyerek şiire felsefi bir anlam yüklüyor. Bunca yıldır şiirle hemdem olmuş bir şair olarak, sizin “şiir pencereniz”den neler görünüyor?
Bu soruyu açıklamak için her şair kendince bir şey söyler. Bana göre şiir, darası alınmış sözdür. Yani sözün en safı, en özü. Bir ansiklopedinin önsözü yani. Herşeyin en güzel hali, en ince hali ama en net hali. Bundan dolayı da tekrar tırnak içine alarak ve başa dönerek “darası alınmış söz” derim.
Peki, günümüzün insanı şiiri, çoğu kez, “romantizm” yüklü ve “aşk”a adanmış, sevenin sevdiğine sevgisini ifade metodu olarak yorumluyor. Şiir sadece sevgiliye adandığında mı şiirdir? Şiirin dili en iyi sevgi için mi dönüyor?
Bizi biraz orası bağlıyor. Şimdi, Kurtuluş Savaşına gidersen de Nazım’ın Kurtuluş Destanı’nı ruhunda duyarsın. Gönül neyle hemhal ise onu bulur kendinde. Yani, bugün bir kıza deli divane aşıksan “Türkiyem, Türkiyem..” şarkısı senin için birşey ifade etmez. Ama sen gurbetteysen ve yalnızsan o zaman bir Türkiye hasreti varsa gönlünde, o parça başkasından daha başka vurur. Genel olarak, Türkiye’de de dünya üzerinde de insanların birebir yaşadığı aşkların şiiri daha önemlidir ve bugüne kadar gelmiştir. Bana tarihten bu güne kadar uzanan bir tane vatan şiiri söyle desem, çoğunuz söyleyemezsiniz, birçok kişi de söyleyemez. Ama bir aşk şiiri dersin, şıp diye 15. yüzyıla gidersin Karacaoğlan’ın “Elif“ini alır getirirsin. Aşk, şiirleri taşır. Aşk! İlahi aşktan beşeri aşka kadar, aşk şiirleri… Yani Yunus’a gidersin, Mevlana’ya gidersin… Ama vatan şiirleri, destanlar, lirikler… Bunlar da dönem içinde, dönemsel özellik taşır. İşte Harbiye’de yapılan şiir dinletisinde, Türkiye’nin yaşadığı terörün getirdiği, yüreklerde bir burkuntu vardı. 30.000 tane insan şehit olmuş. Ve bu yanan 30.000 ailenin rüzgarıydı ve o gün “Cuma Öğretmen” yerini bulmuştu. Ben inanıyorum ki, bugün ben, orada okuduğum “Cuma Öğretmen“i okuyacak olsam o kadar etkili olmayacak. Bir nişanlı öğretmen çift ki, daha elleri ellerine değmeden şehit düşmüşler. Bu işte yüreği dağlar! Ve o günün hikayesidir bu. Ancak biz bugün onların sevdasını anlatarak destanlaştırabiliriz veya efsaneleştirebiliriz. Ama onun haricinde, Türkiye gündemi nasılsa, dünya gündemi nasılsa, şiirin ve duygunun gündemi de öyledir. Birebir yaşadığı günden, bu güne kadar gelir ama toplumsal yaşadığın günden o tarihler arasında kalır.
Yıllardır çeşitli radyo ve televizyonlarda hep şiir okudunuz, şiir konuştunuz ve şiiri yaşadınız.. “Şiiri sevdiren adam” diye tanımlandınız. Ve bu arada binlerce, milyonlarca dinleyici ve izleyicinin şiir için nabızlarının nasıl attığını gözlemlediniz. Bugüne kadar karşılaştığınız insanları bir an kafanızdan geçirmenizi rica edip, şunu sormak istiyorum: Türk halkının şiire bakış açısı nedir? Şiir onların ne kadar hayatında? Ve şiir hak ettiği yerde mi?
Şiirin alıcısı çok farklı. Şiir her zaman hak ettiği yerde olmuştur. Ben o çok beylik lafları sevmem, hani şiir ölmez, şiir kalacak… Şiirin birileri tarafından savunulmasına hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır. Ne zaman bu topraklar üzerinde Leylalar, Aslılar, Keremler biterse o gün zaten o şiir biter. Bitmeyeceğine göre, bitmez.
Bizim kendi şiirimiz var dünya edebiyatına sunduğumuz. Koşma türü dediğimiz, 6+5 hece ile yazılan. Bizim kendi öz kültürümüzdür. Kendi özümüzdür bu. Şimdi bunun haricinde şiir bir yerlere geldi de böyle mi oldu falan? Yok, şiir hiçbir zaman gündemden gitmedi.
Ama senin sormak istediğin soruyu şöyle algılayabilirim. Şiirin bu günkü popülaritesi diyebilirsin. Şiirin bu günkü popülaritesi dersen o da işte, sevgili Sadri’nin albümünün ardından birileri dedi: “Orada da para varmış” ve basitlikle olaya yaklaşmışlardır. Ama onun haricinde, 93 senesinde özel radyolardan bugüne kadar geldiğim bir çizgi var. Ve ben hep şiir okudum. Yani bu 98-99’da patlayan furyadan önce de vardı. Kitlesini sorarsan bunun kitlesi yok. Hakikaten 7 yaşında çocuk da var, hakkaten 70 yaşında adam da var. Bunun yoğun kitlesini de sorarsan benim gördüğüm en yoğun kitle üniversiteli. Üniversiteli kitlesini, bugünkülere sorarsan, özellikle bugünün dünden kalmış beyinli kafalarına sorarsan, bugünkü gençlikten birşey ummaz, hep onlardan dert yanar. Hep onları beğenmez ama şiirin ve edebiyatın kendileri tarafından yaşadıklarına inanır. Bugünkü gençliğin de böyle şiirle filan pek alakası olduğuna inanmaz. Ben de tam tersini söylüyorum: Şiirin Türkiye’de gençlik tarafından diğer yaş kitlelerinden çok daha fazla tutulduğunu gördüm. Çünkü ben üniversitelileri gezdiğim kadar hiçbir yeri gezmedim. Ne bileyim, devlet dairelerine çağırmadılar beni, seminerlere falan… Ama benim deli divane peşimden koşan hep üniversiteliler… Bir adam şiir okuyan bir adamın peşinden niye koşar? Madem hani o kadar kötü birşeyse, madem basit birşeyse. Değil yani, şiir duygudur, ruhtur. Yaşayan ve bir şekilde bir tarafında sevgi tutan herkeste kendini bulur, yerini bulur. Kimsenin savunmasına da ihtiyacı yoktur.
Bu sene mayıs ayında bir şiir albümü ile tanıştık. Cem Karaca, A. Selçuk İlkan, Müşfik Kenter, Haluk Kurdoğlu gibi isimlerle birlikte, siz de iki şiir okudunuz. Bu projenin hikayesini anlatabilir misiniz?
Böyle bir şey yapılacak diye bana geldikleri zaman “Müthiş birşey olur” dedim. Türkiye’de, hele bugüne kadar -mesela bizim yetiştiğimiz dönemi düşünüyorum- sağcıysan Nazım Hikmet yasaktı, solcuysan Necip Fazıl yasaktı. Böyle bir dönemi yaşadık biz. Ki benim bugünkü üniversiteliyle aramda bir 30 sene yok. 10 sene ancak vardır veya 12-13 sene. Bu bir kuşak değildir ama bir kuşağın olabilmesi için baba-oğul neslinin olması lazım ki bu da 20-25 sene yapar. Bu nasıl bir kopukluk ki o gün benim yaşadığım şeyleri bugünkü çocuklar hiç bilmiyor. Benim acılarım bugünkülere çok hikaye geliyor. 10 sene çok kısa bir zaman dilimidir insan ömründe, insan hayatında. Ama Türkiye bugün onları geride bıraktı, aştı. Şiir artık şiir olarak beğeni görmeye başladı. Şairine çok bakılmaz oldu. Doğrusu da budur zaten, edebiyat açısından bakarsan.
Tekrar edecek olursam, o albüm için de gelindiği zamanda dedim ki: “Müthiş birşey olur“. Kaldı ki, mesela o isimler içerisinde Haluk Kurdoğlu, benim sesine hayran olduğum bir insandır. Haluk Kurdoğlu’yla birgün aynı albümde şiir okuyacaksın, inanılabilir bir şey değildi benim için. Bugün insanlar bunu çok rahat söyleyemiyorlar. Çünkü kimse burnundan kıl aldırmıyor, çünkü herkes “en iyi benim” diyor. “O albümde en iyi şiiri ben okudum” diye bakıyor. Bu yanlış birşey.
Benim için orada çok onur veren işler var. Orada, işte Haluk Kurdoğlu var. Orada Cem Karaca var. Bunlar bir dönemin çok baba isimleridir yani. Ve uçuk isimlerdir. Şimdi bu isimlerle beraber, Müşfik Kenter, ne bileyim, Ayla Algan… Veya Ahmet Abi, Ahmet Selçuk İlkan, benim en çılgın dönemlerimde kendimi bulduğum bir delikanlı şairdir. Bu insanlarla beraber olacağım, ötesini düşünmek bile gereksiz. İşin içinde bir de gönüllülük duygusu var. Bundan kimse birşey almayacak ki, para kazanmayacak ki..
Bir de gurbette yaşayan insanlar var ki, ben gurbeti İstanbul’da gördüm. Bunun bir de Almanyası var, Hollandası var. Benim bir arkadaşım var Newyork’ta, dört senede bir geliyor. Bu adamın yüreğindeki gurbeti düşünebiliyor musun? Ve ben ona Türkiye’den bir hava sunuyorum bu şiirde. “Hancıdan yolcuya”yı okuyorum orada. Ve sadece İbrahim Sadri ile benim okuduğum iki tane şiir var. Diğerleri birer tane okudular. Bize niye iki tane okuttular onu da yeminle bilmem.. Ama bu albümün yapılmış olmasından ve bu albümde bulunmuş olmaktan samimi olarak söylüyorum son derece mutluyum.
Bu albümle beraber Anadolu insanının da şiire bakış açısının çok farklı olduğunu düşünüyorum. Birileri nasıl yorumlar bilmiyorum ama bilsinler ki bu iş öyle para pul için falan yapılmış bir iş değil… Bu gönül işidir. Onun için gönülden destek versinler. Alsınlar o albümden. Çünkü tarihinde belki onun ikincisi yapılmayacak. Ve edebiyat tarihinde bu kadar adam bir daha bu kadar bir araya gelemeyecek. Ben hep şunu dedim katıldığım bütün turne programlarında: “Bu albümden iki tane alın. Bir tanesini alın dinleyin, öbürünü alın saklayın. Çünkü seneler sonra sizin bu albüme olan duyarlılığınız biraz daha artacak. Ve belki bu çocuğunuza kalmayacak. Onun için bekletin bir tane”. Ve bence herkes o albümden iki tane almalı. Kendi albümüm olsa şunu diyebilirsiniz bana: “Tabii sen onun üzerinden para alacaksın”. Benim para aldığım bir iş değil. Ama edebiyat açısından, şiir açısından bakıldığında, bu kadar adamın bir araya gelerek çok güzel okuduğu, çok profesyonel 21. yüzyılın teknolojisiyle yapılmış bir albüm. Durmalı bence..
O albümde farklı görüşlerden şairlerin şiirlerinin “gurbet” çatısı altında birleştirildiğini görüyoruz. Yani gurbet birleştirici bir olgu olarak kullanıldı. Peki sizce, dil, din, ırk ayrımı olmaksızın, tüm insanlığı kucaklayacak diğer birleştirici kavramlar nelerdir?
Açlık!… Açlık, parasızlık herkesin bugünkü derdi değil mi? Bugün Türkiye’de bizim çocukluğumuzda, 80 öncesinde ne vardı? Sağcı vardı, solcu vardı. Daha radikal adıyla; faşist vardı, komünist vardı. Bugün ne var; bugün herkes kapitalist. Bugün herkes paranın peşinde. Bugün herkes eve götüreceği ekmeğin peşinde.
Benim çocukluğumda bugünkü çocuklardan farklı bir şey vardı. Benim çocukluğumda, benim bakkalım da fakirdi. Ben bakkala gittiğim zaman en renkli duran şey bir tane arap sakızıydı. Üzerinde kocaman küpeli bir arap kızı resmi vardı. O, bir de çok uyduruk beşinci sınıf -hatta inanıyorum ki herhalde 3. dünya ülkelerinde değil 4. dünya ülkelerinde falan satılıyordur- çikolatalar… Öyle o kadar adi, şekerli garip kahverengi birşeydi. Biz onları alamazdık veya eğer onları almışsak bu demektir ki, birikmiş paralarımızla almışızdır onu. Bizim için çok önemliydi. Şimdi bugün bırakın marketi, büyük alışveriş merkezlerini, bir çocuk herhangi bir bakkala girdiği zaman bile neler görecek?!.. O gün ben görmediğim için zaten nefsim uyanmıyordu. Ama bugün o çocuk girecek ve babası alamayacak. Bu daha bir dramdır daha bir acıdır. İşte o günün Türkiyesi ile bugünün Türkiyesindeki fark budur. Biz birşeyleri gördük, bugünkü çocuk başka şeyleri görüyor. Biz göremediğimiz için dikkatimizi çekmiyordu. Ama bugün varken, gözünün ulaştığı bir şeyi alamıyorsan bu daha acıdır insan için. Bu daha önemlidir.
İşte Türkiye’de insanın manevi dünyası gurbetse gurbet, sevdaysa sevda şiirleri yapılabilir. Gurbet şiirlerinin ardından bir de memleket şiirleri yapılabilir; açlığı anlatan, fakirliği anlatan, fukaralığı anlatan… Burada toplanır zaten halklar… Alevi olsun, Sünni olsun, Türk olsun, Kürt olsun, Laz olsun, Çerkes olsun. Bugün Laz, Kürde göre doymuyor; alevi sünniye göre aç değil gibi bir şey yok. Bugün Türkiye’de herkes aç. Herkesin aç olduğu bir ortamda da ancak bu paydanın altında toplayabilirsin. Acıdır ama böyledir yani…
Günümüzde, özellikle muhtaç olduğumuz ve toplum olarak bizi birbirimize kenetleyecek, bir sevgi ortamının oluşmasını sağlayacak şey, insanların birbirine karşı hoşgörülü olabilmesi deniliyor . Böyle bir hoşgörü ortamının oluşabilmesi için neler yapılması gerekir sizce?
Önce şartlanmışlığımızı ortadan kaldıracağız. Yine dünden bugüne örnek veriyorum. Mesela güncel olduğu için söylüyorum, Sayın Tayyip Erdoğan diyor ki: “Ben değiştim“. Ecevit değişmedi mi, değişti. Devlet Bahçeli değişmedi mi, değişti. 80 öncesi Ecevit’in tarafı ve Türkeş’in tarafı değil miydi birbirine kurşun sıkan? Bugün bu ülkenin koalisyon partileri, koalisyon ortakları değil mi bunlar? Dünya değişiyor… Değişen dünya sadece değişmekle kalmıyor, globalleşiyor, küreselleşiyor dünya. Onun için artık Türkiye’de yaşanan kriz, dev Amerika’yı da rahatsız etmeye başlıyor. Çünkü ticari olarak iç içe girmişsin ve girift bir hale gelmişsin. Etkilenmemeniz mümkün değil.
Hoşgörü deyince, başka bir alternatif kalmadı ki insanlarda. Yine biraz önceki sorunun cevabı gibi, artık bu memlekette, işte, Kürt de aç, Türk de aç, Alevi de aç, Sünni de aç, hepsi aç… Paydalar ortak artık. Paydaların ortak olduğu bir yerde insanların birbirlerine hâlâ belli fikirlerle yanaşması, devrini yitirdi, kaybetti. Öyle bir devir geçti. Eskiden sorarlardı: “Hangi partiye oy vereceksin?“. Şimdi, “Kime oy vereceksin?“e geldi. Soruların soruş şekli de değişti. Siyasetin rengi bile değişti. Bundan dolayı, değişimden yola çıkarak; insanlar, birbirlerinin ne demek istediklerini dinlemeye başladılar. Eskiden böyle değildi. Sen daha “bir…” desen, “yalan!..” diye başlıyordu cevabı. Çünkü şartlanmışlık vardı. Senin fikrini dinleme ihtiyacı yoktu. Bir masanın başına oturup da bir çay içme, bir kahve içme rahatlığında meseleler konuşulamıyordu. Silahlar konuşuyordu çünkü…
Türkiye bugün değişti. Değişen Türkiye’de, bugün bakıyorsunuz ki –her dünyada olur, uç olanları söylemiyorum ama- dikkat edin ucu bırak, herkeste merkez sağ, merkez sol anlayışı oluşmaya başladı. Şimdi bunlar ihtiyaçtan doğar. Bizim, senelerdir ülkede başımıza ne gelmişse –bizim ülkemizde de dünya ülkelerinde de– diyalogsuzluktan geldi. Eğer ki diyaloglar kurulabilseydi zaten bu hale gelmezdi. Eskiden monologdu ilişkiler, herkes kendi söylediğini ve sedasını, aksi sedasını duyuyordu.
Amerikanın bombalamasından sonra Can Dündar’ın çok güzel bir yazısı vardı. Diyor ki: “İki tane kadın dikkatimi çekti. Bir tanesi Amerika’nın bombalanmasından sonra, Amerika’nın bombalanmasını alkışlayan Filistinli bir kadın; zılgıtlar çekiyor… Diğeri de bombalanmayı elinde kadehiyle bir barda izleyen ikinci bir Amerikalı: “Allah’ım bu benim mi memleketim? Beyrut gibi!..” diyor. Çünkü bugüne kadar ona, hep o uzaktı, ona da o uzaktı. Amerika bombalanmazdı Amerikalı için. Filistinli için de aynı şey vardı. Amerikalı için ancak Beyrut bombalanabilirdi. Terör Türkiye’de olabilirdi, Amerika’da olamazdı. İşte, bu diyalogsuzluğun getirdiği birşeydir. Eğer ki biz gidip de o kadının yüreğine sorsaydık “Nedir seni bu kadar alkışlatan, Amerika’ya karşı?” diye, o kadının mutlaka söyleyecek birşeyleri vardı. Ama biz o kadınların çığlıklarını hiçbir zaman duymamayı yeğledik. Bugün burada birini tutuyor, öbürünü tutmuyor değilim. Yanlış olan birşey vardı ki şu: Hani son zamanlarda futbol maçlarında da bağırılan “Kahrolsun Amerika!..“; Bu eskiden beri vardı. Türkiye’de oldum olası, “Kahrolsun Amerika” sözü bir sol söylemdir. Ama, devletlerin savaşı ayrıdır. Benim başbakanımla Amerika’nın başkanı kavga ediyor olabilir. Ama bu benim Amerika’nın halkına düşman olmamı gerektirmez. Benim Johny ile aramda bir mesele yok ki… Patronların meselesi var.
Benim çok sevgili bir arkadaşımın bir şiiri vardı, orada der ki:
Annem annene küs müydü ne?
Konuşmazdın benimle…
Hani anneler küs olabilir ama bu çocukların da küs olmasını gerektirmez. Dünyadaki bu yaşanılanlar da hep iletişimsizliğin getirdiği bir olaydır. Diyalogsuzluğun getirdiği bir olaydır. Hep o, ona yabancı kaldı; o da, diğerine yabancı kaldı.. Ki sadece bu perdeler yıkılsa ve bu demir perdelerin ardından insanlar birbirlerinin yüzünü görebilse, aslında Uğur’un Bedirhan’a, Bedirhan’ın da Uğur’a benzediğini çok rahat görebilecekler. Bütün sıkıntı bu. İşte benim bu yeni nesle olan inancım da bundan geliyor. Artık 80 öncesinde yaşanan olaylar gibi değil Türkiye’de yaşanan olaylar. Çok daha farklı.
Bugünün üniversitelisini –beni bağışlasınlar ama– ben dünün üniversitelisinden çok daha zeki ve çok daha ileride görüyorum. Artık bak, sen bu röportajı bir dergi için yapmıyorsun. Üniversiteler arası bir internet dergisi için yapıyorsun. Bu bir ufuktur işte. 10 sene önce bunu söyleselerdi bana, belki ben de gülerdim kahkahayla. Ama bugün bunu yaşıyoruz işte. Gelişen dünya, globalleşen dünya bu. Amerikalı Türkçe biliyorsa, şiirden hoşlanıyorsa, açıp beni okuyabilir; ki ben senelerce Orson Whells’i dinledim Amerika’dan. Bunlar gelişen dünya içerisinde artık yerini aldı ve bizim bugünkü gençliğimiz orayı çok rahat görebiliyor. Hiç kimse bu güne kadar internetin içini kırıp da birşey çıkarmaya çalışmadı. Ama sene 68, Türkiye’ye televizyon geldi 30 sene önce. Ve insanlar camını kırıp içinden insan çıkarmaya çalıştılar.
Evrimler kolay olmaz, değişim kolay olmaz. Ama Japonların bir sözü vardır: “2001 yılının teknolojisi, 2000 yıllık teknolojiyi katlayarak geçecek“. Çünkü sen tekeri bulmuşsan, tekeri çevrelemen kolaydır. Motoru bulmuşsan, motoru yükseltmen kolaydır. Bulunan şeylerin üstüne gidiliyor artık, ki afâki şeylerle uğraşılıyor. Bu nedenle, bu gençliğe, özellikle üniversiteli gençliğe olan inancım, sıcaklığım çok çok farklı; en azından şartlı değil. Arkadaşı –sağcı da olsa, solcu da olsa, ki bu kavramlar yok artık, en güzel tarafı budur- artık bu memleket için ne yapılabilir derken, en azından yanındaki arkadaşıyla kavgalı değil. Onun derdini dinleyebilen bir kitle var. Bununla düzeleceğine inanıyorum. Ve benim bunun için koyduğum kota da 20 yıldır. Bu yirmi yıl dememin sebebi de Türkiye’deki bugünkü kafaların, inşallah, öleceğidir. Onlar ölsün ki, artık yenileri gelsin, birşeyler olsun yani.
Bakın bugün Türkiye’de lider yok. Bu acı birşeydir; lider yok!. Benim gibi okumuş bir adam, bugün basın mensubu olan bir adam, yeminle söylüyorum, kime oy vereceğini düşünüyorsa halk kime versin? İşte bunların çözümlenmesi lazım. Hala bizde 37 tane bakan var, bırakın bunları, kalmadı böyle birşey. En gelişmiş ülkelerde 15-16’dır bakan sayısı. Biz artık bunları konuşabiliyoruz. Bu çok önemlidir. Bu gizli bir geçiş aşamasıdır.
Dün herkes ekmeği konuşuyordu. Ama bugün bunları konuşabiliyoruz. Kendimizi Amerika ile kıyas edebiliyoruz artık. Bu ufku yakaladık. “Onda var, bizde niye yok?” diyoruz. Kendimizin daha altına bakmıyoruz. Yanlış politikalar, yanlış icraatlar, yanlış kafalar, yanlış kararlar bizi bu hale getirdi. Yoksa ben şuna çok inanıyorum; “hakların kardeşliği”. Belki bu hakların kardeşliği ortaya çıkarsa, ben inanıyorum ki değil Türkiye, dünya kalkınır, ayağa kalkar. İnsanlık adına çok güzel şeyler yapılır.
Son olarak, şiirle ilgilenen ve şiirle devam etmeyi düşünen genç arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?
Bu çok fazla sorulan bir soru. Çok fazla sorulmasında da fayda olan bir soru. Tahmin ediyorum bugün benim kadar şiirle uğraşan, bu kitlenin sorusuna muhatap olan ikinci bir adam yoktur. Gecede 500 tane mesaj, sırf şiirle ilgili geliyorsa bir başkası çıksın desin ki: “Bana 501 tane geliyor“, ben onun ayaklarının altını öperim. Bana bir günde yüzlerce şiir, onlarca mektup geliyor. Bakın ben mektup adresimi vermem, hiç duymamışsınızdır ama hergün geliyor. Bir şekilde buluyorlar. Şiir farklı bir şey, insanlar bunu geç anladılar. Hala anlamayan medyalılar da -televizyon olarak söylüyorum- var.
Şiirin iyi yazılabilmesi için mutlaka ve mutlaka çok okunması lazım. Dale Carnegie’nin öyle bir lafı vardır; “Dol ki, boşalasın“. Dolmadan boşalınmaz. Çok okuyacaksın, çok okuyacaksın, çok okuyacaksın!.. Yani, 10 tane şiir kitabı -abartmıyorum- 10 tane şiir kitabı okuyacaksın, 1 tane şiir yazacaksın. Şiir gibi şiir olabilmesi için… Yoksa “benim canım, ben sana hayran, sen cama tırman…”, bunlar bu hale getirdiler işte şiiri. Ondan sonra da “Abi, sana yüzlerce şiir gönderdim, bir tanesini okumadın!…” Sen yüzlerce şiir gönderdin ama içinden bir tanesi bile şiir değildi. Tabii, benim bunu söylemem mümkün değil orada, onun rencide olması da söz konusu.
Ve mutlaka şiirle uğraşan üniversiteli arkadaşlara tavsiyem şudur: Mutlaka ve mutlaka önce hece yazmayı denesinler. Bir dörtlük de olsa hece yazsınlar. Heceyi yazan ve oturtabilen bir insan, çok rahat serbesti yazar. Çünkü serbestin içerisinde de şiirsel bir akış vardır. Radyo arkadaşım Hakan’ın çok sevdiği bir şiir var:
Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım.
Beni sevmiyordun bilirdim.
Bir sevdiğin vardı, duyardım.
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce,
Güldü mü cenazeye benzerdi.
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım
Hece değildir bu şiir ama serbest dizayn içerisinde öyle melodik akışı vardır ki asla hiçbir kelimesi değil hecesi rahatsız etmez. Çünkü heceyi bilen bir şairdir Attila İlhan. Ve heceyi bildiği için de serbeste bu kadar rahat döker. Veya Yavuz Bülent Bakiler… Ama mutlaka hece yazsınlar. Hecede kendilerini bir tartsınlar. Çünkü şiirin matematiksel akışı, edebi akışı kadar önemlidir. O ana temeli oturttuktan sonra üstü zaten süstür, yelpazedir. Ama önce o ana temeli oturması lazımdır.
[Bilge Dergi Kasım 2001 sayısı]